
of.ozankaya@isnet.net.tr
TÜRK'Ü SESSİZ TASFİYE PLANI!
25 Nisan 2025 20:44:53
SEFA YÜRÜKEL YAZDI
Atatürk’ten sonra kurulan sistemin Türk’ü sessiz tasfiye planı! Kimlik devrimi ve yeniden doğuş
'' Bu konu esas olarak , Türk Milletinin kimlik arayışının ve bu sürecin tarihsel, kültürel ve toplumsal yansımalarının ele alınmasını gerektiren bir konudur ve ayrıca bu konu Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinden Cumhuriyet’e kadar yaşanan kimlik bunalımı ve milletin kültürel, siyasi, ekonomik yapısındaki dönüşüm sürecini içermektedir. Atatürk sonrası oluşan Türkiye’nin kimlik karmaşası, milletin geçmişten kopuşu ve yeni bir kimlik oluşturma süreci üzerinde durulması önemli bir hal almıştır.
Bu yüzden Türk milletinin kimlik devrimi, sadece kültürel bir değişim değil, aynı zamanda toplumsal bir yeniden yapılanma olarak gerekli görülmelidir . Bu devrim, milletin kendi tarihine ve değerlerine dönmesini sağlayarak, içsel bir güç kazanmasını amaçlamalıdır. Ancak bu süreç, yalnızca geçmişin izlerini silmek değil, aynı zamanda modern dünyada bağımsız ve güçlü bir kimlik inşa etmek için de bir fırsat olarak görülmelidir . Türk
Milletinin, ulusal kimliğini bulması ve kültürel mirasına sahip çıkması, ona toplumsal barış, ekonomik bağımsızlık ve uluslararası alanda güçlü bir duruş kazandıracaktır.
Sonuç olarak, oluşturulması gereken bir kimlik devrimi, Türk milletinin hem geçmişiyle barışmasını hem de geleceğe umutla bakmasını sağlar. Bu süreç, halkın içsel birliğiyle ve küresel dünyada güçlü bir konum elde etme yolunda atacağı adımlarla nihayetinde tamamlanarak en sonunda da Türk milletinin yapacağı bir kimlik devrimi, bir yeniden doğuş olarak kabul edilir ve bu doğuş, milleti daha güçlü ve dirençli bir toplum haline getirir.
1. ‘TÜRK’ DİYE BİR ŞEY VARDI, HATIRLAYAN VAR MI?
Bir millet düşünün ki adını taşıdığı devlette sadece tabelada var. Havalimanında var, sınır kapısında var, ama okul kitaplarında “Anadolu halkı” diye geçiyor. Kim bu halk? Nereden geldi? Nereye gidiyor? Belli değil. Belli olan tek şey şu: Türk, bu memlekette en son hatırlanan ama en çok suçlanan kimlik. Tarih kitaplarında sadece Orta Asya’dan gelen göçebe, eğitim sisteminde ise bir “etnik motif.”
İşte biz böyle bir “Türklük performansı” izliyoruz yıllardır. Rol verilmiş ama replik yok, sahne var ama ışıklar sönük. Modern tiyatronun karanlık sahnesinde kendi tarihini alkışlamaya çalışan bir avuç insanız. Kalanlar ise salondan çoktan çıkmış, “küresel vatandaşlık” peşinde koşuyor. Türk kimliği? Onu da Airbnb’ye kiraya verdik sanırım.
Sistem öyle ince çalışmış ki Türk’ü Türk’ten soğutmayı başarmış. “Ben Türk’üm” diyen biri, hemen bir açıklama yapma ihtiyacı hissediyor: “Ama ırkçı değilim.” Eline kimlik kartı tutuşturulmuş ama boş bırakılmış bir nesil var karşımızda. Ve bu boşluğu “çok kültürlülük” değil, “kişiliksizlik” dolduruyor.
O yüzden bu yazı bir haykırış değil; bir hatırlatma. Çünkü unutanlar için haykırmak fazla gelir, önce hafızayı tazelemek gerekir. Türk kimliği unutulmadı; unutturuldu. Sessizce, sistemli ve sinsice. Şimdi bu satırlarla hafızaya format değil, fabrika ayarlarına dönüş çağrısı yapıyoruz. Çünkü Türk olmak hâlâ onurludur. Ama bu çağda cesaret ister.
2. İTTİHATÇILARDAN ATATÜRK’E: BİR MİLLETİN KISA SÜRELİ DİRİLİŞİ
Osmanlı’nın son demlerinde sahneye çıkan İttihat ve Terakki dekiler, millet denen şeyi hatırlayan ilk adamlardı. Tüm sistem ümmet diye inlerken, onlar çıktı dedi ki: “Ya bir millet olalım, yoksa paçayı kaptırırız.” Ve evet, önce paçayı, sonra devleti kaptırmıştık çünkü. İngiliz’in oyuncağı, Alman’ın piyonu olmuştuk. Bu milletin yediği son tokadı İttihatçılar gördü ve ilk yumruğu onlar sıktı.
Ardından sahneye Mustafa Kemal çıktı. Ve millet ilk kez, tarih sahnesinde başrol oynadı. Saray artık susturulmuştu, millet konuşuyordu. Kılık kıyafet değişti, alfabe değişti, ama en önemlisi zihniyet değişti. Artık Türk, sadece asker değil; öğretmen, mühendis, köylü, şair, doktor olabiliyordu. Küllerinden doğan bir milletin adı yeniden Türk’tü ve bu kez soyadı bile vardı!
Ancak bu “Türk dirilişi”, fazla sürdürülebilir bulunmadı. Çünkü birilerinin planında Türk milleti diye bir şey yoktu. O planlarda; itaat eden, kökünü sormayan, geçmişiyle barışmayan, geleceğine karışamayan bir kitle gerekiyordu. Atatürk bu planı bozdu. Ezberleri yırttı, tarih kitaplarına “Biz Türk’üz!” cümlesini kazıdı. Ama sonra… Sonra kitaplar değişti, cümleler silindi.
Bugün hâlâ bazıları Atatürk’ü “Batıcı” olmakla suçlarken, esas “Batıcı” olanların Batı’yla pazarlık masasına belirsiz bir Türk kimliğini koyduğunu göremiyorlar. Atatürk milletine Batı’yı tanıtmak istedi, Batıcılar ise Batı’ya Türk’ü pazarlamak. Aradaki fark; biri aydınlanma, diğeri sömürü. Ne yazık ki biz ikinciye razı gelen bir nesil olduk.
3. ATATÜRK’TEN SONRA KURULAN SİSTEM: KİMLİKSİZLİĞE GEÇİŞ PROGRAMI
Atatürk’ten sonra öyle bir sistem kuruldu ki, Türk milleti birdenbire “nüfus verisi”ne dönüştü. Kimliklerde yazıyor ama bilinçlerde siliniyordu. Siyasi elbiseler değişti, ama içerik aynı kaldı: “Türk milletinin adı yaşasın ama ruhu müzeye kaldırılsın.” Adeta bir millet , kendi kimliğiyle arasına mesafe koymaya zorlandı. Türkçülük bir zamanlar bağımsızlık demekti; şimdi suçlama konusu.
Yeni sistem öyle ince dokundu ki, Türk kimliğine dair her şey ya aşırılaştırılarak “tehlike” ilan edildi ya da “zaten hep sorunluymuş” gibi gösterildi. “Milliyetçilik kötü bir şey” dendi ama nedense bu söylem sadece Türk milliyetçiliğine uygulandı. Ötekilerin milliyetçiliği kültürel zenginlik, Türk’ünki ise faşizm olarak etiketlendi. Sistem bu kadar ince çalıştı işte.
Düşünebiliyor musunuz? Kendi ülkesinde Türk olmak açıklama gerektiren bir hale geldi. “Ben Türk’üm ama…” diye başlayan cümleler kurulmaya başlandı. Sanki özür diliyor gibi. Oysa Fransız, Fransız olduğunu söylerken gururlanır. Bizse sanki apartman yöneticiliğine aday olmuşuz gibi, kimliğimizi savunmak zorunda kalıyoruz.
Ve bu sistem sadece eğitimle, medya ile değil; kanunla, anayasa ile güçlendirildi. “Türk milleti” tanımı Anayasa’da kaldı ama uygulamada herkes “herkes”ti, sadece Türk yoktu. Kimseyi dışlama adına, Türk’ü dışladılar. Bir sabah uyandık ve ülkemizde “çoğunluk azınlık muamelesi” görmeye başlamıştı. Bu da tarihte pek az millete nasip olmuş bir ironidir.
4. OSMANLI’DA TÜRK DÜŞMANLIĞI: YAVUZ, KANUNİ VE VAHDETTİN’İN İZİNDE
Tarihi kazırsan altından Türk çıkar derler. Ama Osmanlı tarihini kazıdığında altından Türk değil, Türk’ü mümkün olduğunca devlet işlerinden uzak tutmuş bir sistem çıkar. Aklı Türk olmayan padişahlar, dili Türkçe bilmeyen sadrazamlar ve Türk’ü “köylü” diye küçümseyen bir saray ve şeyhülislam kültürü… İşte Yavuz’dan Kanuni’ye ve nihayet Vahdettin’e uzanan çizgide Türk’ün kaderi.
Yavuz Sultan Selim… Doğruya doğru: Büyük bir sefer adamı, ama bir Türk sevgilisi değil. Safevîlerle savaşının bir tarafı siyasiydi, eyvallah; ama bir tarafı da Türkmen nefretiyle bezeli bir “iç temizlik ve soykırım operasyonuydu.” Anadolu’da Türk boyları, “Şii” yaftasıyla ya sürüldü ya kesildi. Sonra da “devlete isyan etmişlerdi” denilerek üstü örtüldü. Osmanlı defterlerinde Türkmen kelimesi geçerse bilin ki hemen ardından “problemli” diye bir not vardır.
Kanuni Sultan Süleyman ise “Kanun koyucu” olarak bilinir ama nedense bu kanunlar olumlu anlamda Türk köylüsüne çok az uğramıştır. O dönemin sadrazamlarının çoğu devşirmedir. Saray, Türkçe konuşanı azarlayan bir yapıya bürünmüştü. Türkçe, “halk dili” diye küçümsenir; sarayda Farsça ve Arapça prestij sembolü olurdu. Koca Türk milleti kendi başkentinde “halktan” sayılmış ama “devletten” sayılmamıştı.
Ve geldik Vahdettin’e… Ah Vahdettin, sen ki bir devri değil, bir milleti de kapattın. Mondros’ta imza atarken belki kalem titredi ama Türk milleti paramparça edildiğinde gözün yaşarmadı. İngiliz gemisine binip kaçarken ardında bıraktığın milletin adı Türk’tü. Ve ne acıdır ki o Türk, bugün hâlâ seni “mazlum padişah” sananlara mahcup edilmekte.
Osmanlı’yı yüceltirken bazıları bu “Türk düşmanlığını” sümen altı eder. Ama hakikat, tarih kitaplarının resmi satırları değil; satır aralarında gizlidir. Osmanlı Türk’ü yönetmedi; Türk’ü kullandı. Sonra da “ihanet ettiler” diye yaftaladı. Şimdi çıkıp soruyorum: Eğer bu millet hep ihanetse, bu devlet nasıl 600 yıl ayakta kaldı?
5. DİN ADAMLARININ İHANETİ: ALLAH BİZİMLE Mİ, YOKSA ONLARLA MI?
Tarih boyunca bir milletin ruhunu öldürmenin en kısa yolu, inancını elinden almak değil; inancını, milletine karşı kullanmaktır. İşte Türk milletinin yaşadığı tam da buydu. Din adamları kürsülerden vaaz vermedi; adeta politik manifestolar okudu. “Türk” demedi, “ümmet” dedi. “Vatan” demedi, “hilafet” dedi. En kötüsü de “Atatürk” dediğinde tüyleri diken diken oldu, “Vahdettin” dediğinde gözleri yaşardı.
Cumhuriyetle birlikte dinin yasaklandığını iddia edenler, aslında kendi iktidarlarının ellerinden alınmasına içerlediler. Onlar için “din” sadece ahiret bileti değil, bu dünyada statü, servet ve saygıydı. Atatürk bu düzeni bozunca, bir anda din düşmanı ilan edildi. Oysa ezanı Türkçeleştirmek dine değil; dini sömürenlere karşıydı. Ama kimse bu ayrımı yapmak istemedi, çünkü çıkarlar “Arap harfleriyle” yazılmıştı.
Siz hiç “Allah Türk’ü korusun” diyen bir vaiz duydunuz mu? Ama “ümmet kardeşliği” derseniz, kürsüden inmezler. Çünkü Türk’ü sevmek, bu topraklarda neredeyse şirk sayılır oldu. Din adamlarının çoğu için Türk, sadece vergi veren, askere giden, camiye bağış yapan ama kimliğiyle gurur duymaması gereken bir mahlukattı. Düşün: Aynı imam, kendi milletini övmez ama Arap coğrafyasını överken secdeye yatar.
Ve bu öyle bir sistemdir ki Tanrı’yla Türk arasında “vekalet sözleşmesi” imzalamış gibidir bu adamlar. Sanki Allah sadece onların mezhebindendir, onların anlayışındandır. Türk olunca “milliyetçilik günah” derler, ama Arap olunca “kavmî gurur” olur. Oysa Allah rivayete göre, ırka değil; adalete bakar. Ama bizimkiler adaleti bile ithal etmeye çalıştı: Şeriatı Suudi’den, ahlakı İran’dan, mantığı hiç kimseden…
Bugün hâlâ bazı camilerde Atatürk adı geçince homurdanmalar duyulur. Ama iş “halifelik geri gelsin” demeye gelince gözler parlar. Din adamı kisvesiyle çıkan bu ideologlar, Türk’ü maneviyattan uzaklaştırmadı; maneviyatı Türk’ten uzaklaştırdı.
6. KÖY ENSTİTÜLERİNİN MEZARI: CEHALET İÇİN ATILAN TEMEL
Köy Enstitüleri, Atatürk’ün Cumhuriyetin temellerini atarken, milletin eğitimine yaptığı en büyük devrimlerden biriydi. Bir köylünün çocuğunun da öğretmen olabileceği, mühendis olabileceği, kısacası eşit bir geleceğe sahip olabileceği bir sistemdi bu. Ama elbette ki bu, köydeki egemenlerin ve sistemin işine gelmedi. Çünkü cehalet, yoksulluk ve kör inanç, bir toplumun sürekli olarak yönetilebilmesi için gerekli araçlardı. Bu araçlardan birinin, eğitimli bir millet olması onlara göre mümkün müydü?
O yüzden, Köy Enstitüleri’nin eğitim reformunun en güçlü olduğu dönemde, birileri “işinize gelmez” dedi. İlk başta enstitüler hakkında bir tedirginlik vardı, ama ne zaman ki köylüler eğitim almaya, kendi haklarını keşfetmeye başladılar, o zaman sistemin korkulu rüyası haline geldiler. Çünkü bir köylü eğitim alırsa, sadece kendi köyünü değil, bütün milleti değiştirecek güce sahip oluyordu.
Köy Enstitüleri’nin öldürülmesi, bir milletin gözlerini açmasının engellenmesiydi. Çünkü okuma yazma bilmeyen bir toplumun, düşünmeye başlaması asla istenmez. Eğitim bir gücü elinde tutanların en büyük düşmanıdır. Eğer köylü okur, öğretmen olursa, devletin kontrolü artık köyün elindedir. Bu da hem ekonomiyi, hem de siyasi sistemi tehdit eder. O yüzden, köyler karanlıkta bırakıldı ve eğitim sadece büyük şehirlerde, belirli kesimlere yönelik hale getirildi. Köy Enstitüleri birer birer kapatılırken, kimse gerçekten neyi kaybettiğini anlamadı.
Bir zamanlar köylerden çıkan öğretmenler, şehre geldiklerinde “kafası karışmış” olarak damgalandılar. Ama esasında onların kafası, köyde “sözde” okumuş ama asıl fikirleri her zaman köyde kalmış insanların kafasından çok daha berraktı. Çünkü onlar, bilgiyle silahlanmış ve gerçekleri görmeye başlamışlardı. Bu enstitüler, sistemin istediklerinden fazlasını yapmış, milletin gerçek kimliğine, kendi gücüne, kendi değerlerine ulaşmasını sağlamıştı. Ancak bu yolda, siyasi güçlerin en güçlü silahı “cehalet”ti.
Köy Enstitüleri’nin yok edilmesi, sadece eğitim sistemine yapılan bir darbe değil, aynı zamanda Türk milletinin geleceğine vurulmuş bir darbe idi. Şimdi bu enstitülerin birer mezar taşları var, ama hala o taşların altında yatan fikirlerin gücünden korkuluyor. Türk milletinin aydınlanmasına engel olundu çünkü köylerin her köşesinde bir bilge yetişiyordu. Ve o bilge, köydeki her bireyi aydınlatıyor, sesini yükseltiyor, haklarını savunuyordu. Eğitimle silahlanmış bir halk, bir yerden sonra sistemin toprağında çürüyen çürük fikirleri sarsar.
Köy Enstitüleri; çok şey vaat etti, ama tarihte en büyük hayal kırıklığını yaşadı. Ve bugünün hâlâ köylerinde okuma yazma oranı düşük olan nesilleriyle, o enstitüler her ne kadar yok edilse de, kimliklerinden silinse de, hala bir yerlerde yaşamakta, bir gün geri dönmek için beklemekte.
7. TÜRK KİMLİĞİNİ UNUTULAN BİR YAZI: GEÇMİŞİNİ BİLMEK ‘TARTIŞILIR’ HALE GELDİ
Türk olmak ne demek? Kendi topraklarında, kendi kimliğini savunmak ne zaman bu kadar suç oldu? Ne zaman kendi geçmişini bilmek, kendi kültürünü kutlamak bir “siyaset konusu” hâline geldi? Kendi köklerine, kendi tarihine, kendi halkına dair en ufak bir sohbetin bile “irredentist” veya “milliyetçi” suçlamasıyla karşılandığı bir toplumda yaşıyoruz. İronik olan şu ki, bir zamanlar “Türk” dedikçe gurur duyanlar, şimdi yalnızca sessizce köşelerine çekilmeyi tercih ediyor. Çünkü Türk olmak, özellikle de Türk tarihini doğru şekilde anmak, neredeyse bir suç sayılacak kadar “tartışmalı” hale geldi.
Peki ama ne oldu? Nasıl oldu da Türk kimliği, bu kadar güçlü bir geçmişe sahip bir milletin kimliği, yavaşça silindi? Öncelikle unutturulmaya başlandı. Adeta “Türk” kelimesi, her an “yasaklı bir kelime” gibi karşımıza çıkmaya başladı. Önce eğitim sisteminde, sonra medya ve kültürel alanda, Türk olmanın geçmişini ve köklerini anmak “gerici” ilan edildi. Ne zaman birisi Atatürk’ün değerlerinden bahsetse, hemen yanında bir “ama” koyulmaya başlandı. Hadi gel de anlat, Atatürk’ün kurduğu Türkiye’nin çağdaşlık ideallerini.
Geçmişin tarih kitaplarında doğru yazılmaması yetmedi. Tarihsel figürler, o kadar çarpıtıldı ki, Türk kimliğini savunmak bir çeşit “katı milliyetçilik” olarak kodlandı. Artık “Türk” demek, neredeyse bir ideolojik suç sayılmaya başlandı. Öğrenciler Atatürk’ün ilkelerini okurken, bir yandan da “ama acaba gerçekten milliyetçi miydi?” sorusunun yüküyle kalakalıyorlardı. Peki, bu kimlik, bu millet, bu tarih ne oldu? Nerede o özgür, bağımsız ve güçlü millet? Bütün bunlar, geride bıraktığımız birer “kurgu” haline getirildi. Çünkü mesele, sadece bir “milletin kimliği” değildi; mesele, bir toplumun kimlik kriziyle karşı karşıya kalmasıydı.
Ve tabii, bu sürecin en ilginç yanlarından biri de şuydu: Türk kimliği, milletin kendi istekleriyle yok edilmedi. Aksine, üstten gelen baskılarla, milletin büyük bir kısmı kendini “evrensel” ve “kapsayıcı” ideolojilere adadı. Ama asıl tehlike, bu ideolojilerin o kadar güzel süslenmiş ve o kadar cazip sunulmuş olmasıydı ki, kimse Türk olmanın haklı gururunu savunmadı. “Küreselleşme” adı altında, Türk olmanın ne demek olduğunu unutan bir toplum ortaya çıktı.
Ve şimdi soruyorum: “Türk” olmayı artık sadece bir kimlik değil, bir suç olarak görmek ne zaman başladı? Bir milletin geçmişini bilmemek ne zaman bir hak olmaktan çıkıp bir suç haline geldi? Şu an karşımızda duran genç nesil, Türk tarihini bilmiyor . Geleceğe dair herhangi bir umutları kalmamışken, geçmişi hakkında da en ufak bir fikirleri yok. Herhangi bir milli marş veya Türk kahramanları hakkında bir anı hatırlamamak, elbetteki bir kültürün bozulmasına yol açıyor.
Türk olmak bir zamanlar büyük bir onurdu, ama şimdi o kimlik, büyük bir tabu haline geldi. Her şey birbiriyle çelişkili bir hâl aldı: Bir yanda globalleşme çağrıları yapılıp “yerellik” reddedilirken, diğer yanda Türk milletinin birliği ve beraberliği hakkında hiç konuşulmuyor. Artık “Türk” olmak, “gerici” olarak nitelendiriliyorsa, neyi savunduğumuzu ve neyi kaybettiğimizi kimse sorgulamıyor. Çünkü kimse, Türk kimliğini savunmanın ne demek olduğunu bile hatırlamıyor.
8. KİMLİK BUHRANI: HİÇBİR YERE AİT OLMAYAN BİR MİLLET
Türk kimliğinin unutturulmasının sonucunda, bugün bir kimlik buhranı yaşıyoruz. Geçmişe dair ne bir anı, ne bir hikaye ne de bir değer kalmadı. Toplum, kendini bulamıyor, köklerinden kopmuş bir ağaç gibi savruluyor. Artık “Türk” olmak, bir zamanlar olduğu gibi bir gurur kaynağı değil, bir arka planda unutulmaya terk edilmiş bir laf kalabalığına dönüştü. Şimdi, yavaşça bir kimliksizliğe doğru kayıyoruz. Kimse ne olduğunu, nereye ait olduğunu ya da nereden geldiğini bilmiyor.
Emperyalizmin uşağı olan siyasi ve kültürel elitler, Türk kimliğini unutturmanın yanında, onun yerine bir “global insan” tanımı yarattılar. Ve bu tanım öyle bir şey haline geldi ki, artık kimse “Türk” olmayı bir kimlik değil, bir “sosyal proje” olarak görmeye başladı. Küreselleşme, sanki bir “bütünleştirme” operasyonuydu ve bu operasyonun en önemli hedefi de, bireylerin kendi kültürel kimliklerinden uzaklaşmasıydı. Dünya vatandaşı olma adı altında, Türk olmanın tarihi, coğrafyası ve kimliği bir kenara atıldı. Sonuç olarak, kimlik arayışında olan bir toplum, “herkesin olduğu bir insan” olmayı tercih etti. Ama ne yazık ki, kimse “bu insan”ın kim olduğunu bilmediği için, herkes kayboldu.
Çünkü bir toplumun temeli, geçmişine, kültürüne ve diline dayalıdır. Oysa şimdi, Türk milleti kendi köklerinden kopmuş bir biçimde, hangi kökleri tutacağına karar veremiyor. Bir tarafta “Türk olmak gereksiz” diyenler var, diğer tarafta ise “Türk olmaktan utanıyoruz” diyenler. Bir yanda “globalleşme” adı altında baskılar varken, diğer tarafta bu kimliksizliği Türk olarak kurtarma çabası var. Yani bir milletin en önemli özelliği, kimliğini ve tarihini savunmak olmalı, ama şu an savunulması gereken tek şey, sanki bir “yokluk” hali. Herkes bir şekilde kaybolmuş durumda, çünkü neredeyse onlara göre geçmiş var, ne de geleceğe dair bir hedef.
Düşünsenize, Türk’ün bir zamanlar en büyük düşmanı kimdi? Haçlılar mı? Yok, o zamanlar bile kimliklerini savunabilen bir millet vardı. Ama şimdi düşman, kendi kimliğimizin unutulmasında yatıyor. Bir zamanlar dünyaya meydan okuyan Türk, şimdi kendi içindeki boşlukla yüzleşiyor. Aslında sorun sadece Türk olmamak değil, Türk kimliğinin unutulması ve bunun meşru bir şeymiş gibi kabul edilmesidir.
Bugün Türk kimliğini savunmak, hemen her alanda bir “gericilik” ya da “çağ dışı” olmakla ilişkilendiriliyor. Bunu öyle bir hâle getirdiler ki, kimse kendi geçmişini, kültürünü ya da halkını savunmaya cesaret edemiyor. Savunmak şöyle dursun, konuşmak bile korkutucu hâle geldi. Kendi dilini savunmak, kendi tarihini savunmak, kendi kültürünü yaşatmak bir suçmuş gibi algılanıyor. Çünkü günümüzde “evrensel insan” olmanın yolu, işbirlikçi etki ajanlarının yarattığı havaya göre Türk olmaktan geçmemeli. İşbirlikçilere göre , Türk olmanın tek gerekliliği, sınırların dışında olmak ve bir şeylerin yerine mankurtlaşıp Türk olmayan başka şeyleri koymaktır.
Sonuç olarak, toplum bir kimlik bunalımı yaşıyor. Herkes bir kimlik arayışında, ama nereye ait olduklarını bilmedikleri için kaybolmuş durumdalar. Türk olmak, bir zamanlar onur duygusu veriyordu, ama şimdi bir kimlik olarak yitirildi. Artık kimse ne olduğunu, nereye ait olduğunu, hangi milletin mirasını taşıdığını sorgulamıyor. Sonuçta, geçmişinden kopmuş bir millet, geleceğe nasıl yol alacak?
9. KİMLİK KIRIKLIĞI: BİR MİLLETİN ‘İYİ’ OLMAK İÇİN ÇABASI
Aslında bugün Türk kimliği, kaybolmuş bir hazine gibi. Yarın herkesin peşinden koşacağı ama bugün bir türlü bulmaya cesaret edemediği bir hazinedir. Bir toplumun geçmişinden, kültüründen, dilinden kopması demek, aslında o toplumun özünden kopması demektir. Ancak ne yazık ki, bu kopuşu görmeyenler, sadece yüzeydeki “modern” kavramlarla yetinmeye devam ediyorlar. Kimlik kaybı, sadece sosyal ya da kültürel bir sorun değil, aynı zamanda ruhsal bir çöküşün de göstergesidir.
Evet, Türk milleti, sürekli “iyi” olmak adına çabalarını harcıyor. Hep “daha evrensel” olma derdinde. Herkes kendini dünyaya daha yakın hissedebilmek için elinden geleni yapıyor. Küreselleşme çağında, kimliklerin önemi unutuluyor ve bir “evrensel insan” olmak adeta en büyük ideal haline geliyor. Ama bu evrensellik, bir tür tekdüzelik anlamına geliyor: Herkes aynı. Herkes birbirine benziyor. Ve bu benzerlik, kimseye özgürlük ya da kimlik vermiyor. Aslında, Türk milleti de bu “iyi insan” olmak için çaba sarf ederken, kimliğini yavaşça yitiriyor.
Millet, sürekli bir şekilde batıya, “çağdaş” olma adına, bir şeylere yöneliyor. Ama “çağdaşlık” ne demek? Kendini bir başkasına benzetmek mi? Batı’nın normlarına uymak mı? Oysa çağdaşlık, bir milletin kendini bulabilmesidir, köklerine saygı göstermesidir, tarihinden güç alabilmesidir. Türk milleti ise, bu doğrultuda değil; sürekli bir başkasına, dışarıya yönelmekte. Kendi özünden ne kadar uzaklaşırsak, “iyi” olacağız gibi bir yanılsama yaratılmaya çalışılıyor. Ancak gerçekte, bir kimlikten ne kadar uzaklaşırsak, o kadar kayboluruz.
Toplumdaki son 80 yıldır bu kimlik kırıklığı, büyük bir boşluğa yol açtı. Kimse ne olduğunu bilmediği bir varlık olarak yaşıyor. Ne Türk olduğunu kabul edebiliyor, ne de evrensel insan olmanın getirdiği yükle barışabiliyor. Sadece bir şeyler yapmak, bir şeyler olabilmek derdinde. Ama bu derdi çözebilecek olan şey, ne küreselleşme ne de batılılaşma. Bu sorunun tek çözümü, kendi kimliğimizi kabul etmektir. Kendi tarihimize ve kültürümüze sahip çıkmaktır. Ancak bu şekilde gerçek anlamda “iyi” olabiliriz. Gerçek çağdaşlık, köklerinden, geçmişinden güç alarak geleceğe adım atabilmektir.
Şimdi düşünelim: Bir millet, geçmişine sırtını dönerse, kimliğini kaybederse, ne olur? Gelecek hakkında konuşamaz. Çünkü her toplum, geçmişinden gelen değerlerle şekillenir. Türk milleti, bu değerleri unutarak bir yere varamaz. Şimdi çözüm basit: Türk’ün kimliğini yeniden keşfetmesi gerekiyor. Bu kimlik kaybından çıkabilmek için, geçmişe dönmeli, köklerimize, tarihimize ve kültürümüze sahip çıkmalıyız. Unutmayalım ki, bir milletin gerçek gücü, kendi kimliğine sahip çıkabilmesindedir.
Bu kimlik krizinden çıkmanın en önemli yolu, milletin kendini yeniden tanımasıdır. Ama bu, dışarıdan bir yardım ya da modernlik beklemekle değil, içsel bir dönüşümle mümkün olacaktır. Türk milleti, neyi kaybettiğini fark ettiğinde, kaybolan sadece kimlik değil, aynı zamanda özgürlük, bağımsızlık ve eşitlik olacaktır.
10. YENİDEN DOĞUŞ: KİMLİKSİZ BİR MİLLETİN GÜCÜNÜ BULMA ÇABASI
Türk milleti, köklerinden koparılmasının ardından kimlik bunalımı yaşıyor. Ama bir toplumun en büyük gücü, yeniden doğma yeteneğidir. Evet, belki de bu millet, bir zamanlar unutulmuş kimliğini hatırlamak için zamana ihtiyaç duyuyor, ama unutmasınlar ki; geçmişiyle barışan bir millet, en güçlü devrimini yapmış demektir. Kimse kendi geçmişinden, kültüründen, dilinden kopamaz. Eğer bir millet kendi kimliğini kaybederse, o milletin gücü de kaybolur. Ancak, kimliğini yeniden keşfeden bir millet, gerçek gücünü bulur.
Şimdi Türk milleti, kimlik arayışında olmalı, fakat bu kimlik arayışı sadece bir nostaljiye dönmemeli. Geçmişin büyüsüne kapılmak, yalnızca geçmişin ne kadar “güzel” olduğunu hatırlamak değil, geçmişin hatalarından da ders çıkarmak demektir. Çünkü kimlik, geçmişten gelen gücün, bugünün ihtiyaçlarıyla buluştuğu bir yerdir. Yani geçmişi keşfetmek, sadece bir zaman yolculuğuna çıkmak değil, o geçmişin ışığında geleceğe adım atmaktır.
Türk milleti için en önemli adım, geçmişi yalnızca “kendi” algısıyla değil, bütün bir toplumun değerleriyle görmek olmalıdır. Bu, sadece tarih kitaplarını okuma meselesi değil; milletin kültürel zenginliğini, geleneklerini, dilini ve en önemlisi, düşünsel mirasını yeniden keşfetme meselesidir. Ama tabii, bu çok kolay değil. Çünkü bu toplumun büyük bir kısmı, geçmişine dönmek yerine, sürekli olarak “daha iyi” olma adına başka kültürlere, başka ideolojilere yöneldi. Oysa “iyi” olmak, kendi özüne sahip çıkabilmekle mümkündür. Gerçek bir çağdaşlık, geçmişin üzerine inşa edilir. Bu millet, kendi değerlerini terk etmeden, kendi kimliğini modern dünyada nasıl yaşatabileceğini öğrenmek zorunda.
Toplumun en büyük sıkıntısı, her şeyin başkalarına ait olduğunu zannetmesidir. Batı’nın başarıları, modernliğin en güzel örnekleri diye sunulur, ama bu, sadece bir illüzyondur. Her millet, kendi tarihsel süreçlerinden, kültüründen ve kimliğinden güç alarak var olmuştur. Türk milleti, bunu hatırladığında, kimse ona “gerici” veya “çağ dışı” diyemeyecek. Türk’ün geçmişi, aslında bir yol haritasıdır; bu harita kaybolduğunda, yol da kaybolur. Ancak geçmişin ne kadar derin bir kuyunun dibinde olduğunu fark ettiğimizde, o kuyudan çıkmak çok daha zor olacaktır.
Türk milletinin gücü, bir zamanlar sadece savaş alanlarında değil, düşünsel alanda da parlıyordu. Ne zaman ki bu millet, kendi zihinsel gücünü dışarıya bağımlı hale getirdi, işte o zaman kaybetmeye başladık. Bugün de bu kaybın acısını çekiyoruz. Ama umutsuzluğa gerek yok. Türk milleti, tıpkı en güzel sanat eserlerini ürettiği gibi, kendi kimliğini de yeniden yaratabilir. Bu, bir çaba, bir istek meselesidir. Ve her büyük dönüşüm, bir ilk adım gerektirir. Türk milleti, o ilk adımı atamazsa, kaybolan sadece kimlik değil, aynı zamanda milletin kendisidir.
Kimlik arayışı, bir milletin en önemli ve en insani hakkıdır. Kendi kimliğini bulmak, bir milletin geleceğe dair en sağlam temelini atması demektir. Bir milletin geçmişine duyduğu saygı, o milletin geleceğine duyduğu güvenin temelidir. Türk milleti, geçmişine ve kendisine sahip çıkarak, geleceğini inşa edebilir. Çünkü kimliğini kaybeden bir millet, kendisini bulamayacak kadar kaybolmuş demektir. Ancak bu kaybolmuşluğu aşmak, sadece kendi içsel gücüne inanmakla mümkündür.
Sonuç olarak, bu güne kadar olan kısmi kimlik kaybı, Türk milleti için bir felaket değil, bir fırsattır. Geçmişin kırık dökük parçalarını toplamak, geleceği inşa etmek için en büyük adımdır. Türk milleti , kendi kimliğine sahip çıkarak, kendisini yeniden doğurabilir. Ancak bunun için bir adım atmak, geçmişiyle barışmak ve en önemlisi, “Türk” olmanın gücünü kabullenmek gereklidir. Kimlik, yalnızca bir etiket değil, bir milletin özgürlüğü ve gücüdür. O yüzden, Türk milleti kimliğini unutmayacak, unutturulmaya çalışılan her şeyi yeniden hatırlayacaktır. Ve o zaman, gerçekten “iyi” olmanın ne demek olduğunu anlayacaktır.
11. TOPLUMSAL DEVİM: KİMLİK ÜZERİNE BİR YOLCULUK
Türk milletinin kimlik arayışı, şimdiye kadar bir varoluş mücadelesine dönüşmüş durumda. Ama bu mücadele sadece bireysel değil, toplumsal bir devrimle birleşirse, işte o zaman gerçek anlamda bir değişim olabilir. Toplum, kendi kimliğine sahip çıktığında, sadece geçmişini hatırlamakla kalmaz, aynı zamanda mevcut yapıyı sarsacak güce de sahip olur. Bu bir “devrim”dir, ama elbette, sadece sokağa dökülüp pankart açmakla olacak bir devrim değil. Bu, düşünsel bir devrimdir; kimlik, kültür, tarih ve değerler üzerine yapılacak derin bir içsel devrimdir.
Türk milleti, belki de yıllardır her türlü sosyal değişim için dışarıdan yardım bekliyordu. Batı’nın, Doğu’nun, herhangi bir yerin çözümleriyle… Ama şimdi, millet kendi kimliğini bulduğunda, o kimlik kendi içinden çıkacak gücü ve değişimi sağlayacaktır. Her büyük toplumsal değişim, milletin öz benliğini bulmasıyla başlar. Eğer bu millet, kimliğini yeniden keşfederse, toplumsal yapıyı dönüştürebilecek güçle doğmuş demektir. Ama bu, sadece küçük bir kesimin değil, tümden milletin bir çabası olmalıdır. Herkes, kimliğiyle yüzleşmeli ve bir adım atmalı. Ancak o zaman, kimlikten, tarihten ve kültürden beslenen bir devrim gerçek anlamda doğar.
Burada önemli olan bir noktaya değinmek gerekiyor: Bugün yaşadığımız kimlik buhranı, yalnızca Türk milletinin sorunu değil, aynı zamanda ulusal bir sorun haline gelmiş durumda. Çünkü bir milletin kimliği kaybolursa, o milletin geleceği de belirsizleşir. Türk kimliği sadece bireylerin değil, tüm toplumun ortak değerleridir. Eğer bu kimlik kaybolursa, toplumun kendisi de kaybolur. Bugün Türkiye’de, toplumun nereye gittiğini, kim olduğunu, neyi savunduğunu bilmemesi, işte bu kaybolmuş kimliğin bir yansımasıdır. Peki, bu karanlık dönemi nasıl aydınlatabiliriz? Tek çözüm, yeniden kimliğimize sahip çıkmak, yeniden Türk olmanın ne demek olduğunu anlamaktır. Çünkü Türk olmanın anlamı, sadece bir etnik kimlik meselesi değil, bir medeniyetin, bir kültürün, bir tarihin taşıyıcısı olmaktır.
Kimlik devrimi, sadece bireysel bir dönüşüm değil, toplumsal bir bilinç uyanışıdır. Bu dönüşüm, milletin bir araya gelip, geçmişinden güç almasıyla, sadece kendi içsel varlığını bulmakla kalmayıp, aynı zamanda tüm toplumu dönüştürebileceği bir potansiyel taşır. Bu devrim, köklü bir kültürel değişimle başlar, çünkü toplumun en derin yapıları, kültürel kimlikten beslenir. Bu, tıpkı bir bina inşa etmek gibidir: İlk önce temeli sağlam atmalısınız. Temel sağlam olmazsa, ne kadar üstüne kat koysanız da o bina çöker. Türkiye’nin temeli de, Türk kimliğine ve kültürüne dayalıdır. Eğer bu temeli güçlendirirsek, toplumun tüm yapıları da buna dayanabilir. Ancak temel çürüdüyse, üst yapı da zayıf olur.
Türk kimliğine ve kültürüne dönüş, aynı zamanda toplumsal eşitsizliği de ortadan kaldıracak bir fırsattır. Çünkü kimlik, sadece kültürel bir mesele değildir. Bu, sosyal bir yapı meselesidir. Toplumun kültürüne sahip çıkması, sadece kimlik kazandırmakla kalmaz, aynı zamanda toplumsal adaleti, eşitliği ve huzuru da sağlar. Bir milletin kültürünü yok saymak, o milleti birbirine yabancılaştırır, toplumsal çatışmalara yol açar. Oysa kültüre sahip çıkan bir toplum, bir arada var olmanın ve birbirini anlamanın gücünü bulur.
Toplumun geçmişine, kültürüne ve kimliğine sahip çıkması, sadece bir nostalji değil, bir zorunluluktur. Eğer bu millet, Türk olmanın ne olduğunu yeniden keşfederse, sadece kimlik krizi değil, toplumsal bir dönüşüm başlatmış olacaktır. Herkesin kendini bulduğu bir toplumda, ne sosyal ne de kültürel çatışmalar olur. İnsanlar, kimliklerini kabul ettikleri, geçmişlerine saygı gösterdikleri sürece birbirlerini daha iyi anlayacaklardır. Bu, kimlik devrimidir.
Sonuç olarak, toplumsal devrim, bir milletin kimliğini bulmasıyla mümkündür. Kimlik kaybolduğunda, toplumun geleceği de kaybolur. Ancak bu kaybolmuş kimliği yeniden bulmak, milletin kendisini yeniden yaratması demektir. Türk milleti, geçmişinden aldığı gücü kullanarak, toplumsal yapıyı dönüştürebilir. Bu bir devrimdir. Düşünsel, kültürel ve toplumsal bir devrim. Ve bu devrim, her bir bireyin kendini bulmasıyla, yani kendi kimliğini keşfetmesiyle başlar. Bu, Türkiye’nin gerçekten “iyi” olmasının yolu olacaktır. Çünkü geçmişine sahip çıkan bir millet, ne geçmişini ne de geleceğini kaybeder.
12. SOMUT ADIMLAR: KİMLİK DEVRİMİNİN YOL HARİTASI
Bir toplumu dönüştürmek, elbette kolay bir iş değildir. Ancak toplumun kimlik kriziyle boğuştuğu şu dönemde, adım adım atılacak doğru hamlelerle, bu dönüşüm mümkün olabilir. Peki, kimlik devrimi nasıl gerçekleşebilir? Nasıl bir millet, kendi tarihini, kültürünü ve değerlerini yeniden keşfeder ve bu keşif, toplumsal yapıyı nasıl dönüştürür? İşte bu sorulara yanıt ararken, satirik bir gözle bakmakta fayda var.
Birinci adım, önce Türk olarak kendi kimliğimizi kabul etmek olmalı. Bu, Türk milletinin , tarihindeki acı ve zaferlere karşı dürüst bir tutum sergilemesi anlamına gelir. Yani, geçmişteki hatalardan ders almak, fakat aynı zamanda bu hatalardan kaçmamak. Eğer bir toplum kendi geçmişine yüzleşmekten korkarsa, o toplumun geleceği karanlık olur. Kimlik devrimi, geçmişle barışarak başlayacak bir süreçtir. Ve bu, sadece devletin ya da akademik çevrelerin yapacağı bir şey değildir; her bir bireyin sorumluluğudur. Toplum, kendi kimliğini sadece dışarıya “özgün” gözükmek için değil, gerçekten sahiplenmek için keşfetmelidir. Geçmişin üzerine inşa edilen bir kimlik, daha sağlam ve güçlü olacaktır.
İkinci adım, eğitimin dönüştürülmesidir. Okullarda öğretilen tarih, kültür ve değerler, milletin kimlik algısını doğrudan etkiler. Eğer millet, okulda öğrendiği bilgilerin aslında gerçeği yansıtmadığını fark ederse, kimlik arayışına düşer. Bu yüzden, eğitim sisteminin köklü bir şekilde değiştirilmesi gereklidir. Eğitim, sadece bir “bilgi” aktarma aracı değil, aynı zamanda bir kültürün, bir kimliğin yeniden inşasıdır. Türk tarihinin, kültürünün ve dilinin özgünlüğü, öğrencilerin bu değerlerle büyümesi sağlanarak yeniden aydınlatılmalıdır. Burada, Yavuz’un ya da Kanuni’nin başarıları ya da hataları üzerine yapılan yüzeysel incelemelerden ziyade, milletin tarihini daha derinlemesine ve daha çok katmanlı bir şekilde öğrenmesi sağlanmalıdır.
Eğitimdeki dönüşüm, sadece okullarla sınırlı kalmamalıdır. Toplumun her kesiminde, geçmişe dönük bir keşif seferberliği başlatılmalıdır. İnsanlar, sadece eğitim kurumlarında değil, sokakta, meydanlarda, sosyal medya platformlarında ve sanatla ilgili her alanda kendi kimliklerini tartışmalı ve bu tartışmalar üzerinden bir yeni toplumsal konsensüs inşa edilmelidir. Burada sanat, müzik, edebiyat gibi unsurların önemli bir rol oynayacağını unutmamak gerekir. Bu alanlar, toplumsal değişimin itici gücü olabilir. Sanat, kimlik devriminde bir araç olarak kullanılabilir; milletin düşünsel sınırlarını zorlamak, geçmişe bakış açısını değiştirmek ve toplumsal eleştiriyi daha geniş bir kitleye ulaştırmak için etkili bir yol olabilir.
Üçüncü adım, toplumsal eşitsizliğin giderilmesidir. Kimlik devrimi yalnızca bir kültürel değişim değil, aynı zamanda bir toplumsal adalet meselesidir. Türk milleti, kimliğini yeniden bulduğunda, bu kimlik sadece geçmişi yansıtan bir nostalji değil, geleceğe yönelik bir eşitlik projesi de sunmalıdır. Bir milletin kimliği, halkın birbirine olan yakınlığını, aidiyet duygusunu da inşa eder. Eşitsizlik, toplumun parçalanmasına yol açar. Bu yüzden, kimlik devrimi toplumsal eşitsizliği ortadan kaldırarak toplumda dayanışma duygusunu güçlendirmelidir. İnsanlar kendi kimliklerine sahip çıktıkça, toplumun farklı kesimleri de birbirlerine daha yakın hale gelir.
Dördüncü adım, tarihsel ve kültürel mirası yaşatmaktır. Türk milletinin kimliği, yalnızca sözlü kültürde ve günlük yaşamda değil, aynı zamanda fiziksel alanda da iz bırakmalıdır. Bu, kültürel mirası korumak ve yaşatmak anlamına gelir. Örneğin, Türklerin tarihi ve kültürel mirasıyla ilgili anıtlar, müzeler, festivaller ve kutlamalar, bu kimlik devriminin sembollerine dönüşebilir. Toplum, tarihini ve kültürünü dış dünyaya tanıtmalı, bu mirasa sahip çıkmalıdır. Kültürel mirası yaşatmak, sadece geçmişi hatırlamakla kalmaz, aynı zamanda bu mirası geleceğe taşımak anlamına gelir. Unutulmaya yüz tutmuş gelenekler ve görenekler yeniden canlandırılmalı, millet bu değerleri günlük yaşamında yeniden kutlamalıdır.
Son olarak, beşinci adım, toplumsal bir bilinç uyanışı yaratmaktır. Bu, bir devrimdir ama sokağa dökülmekle, şiddetle yapılacak bir devrim değil. Bu, milletin kendi içindeki dönüşümle gerçekleşecek bir devrimdir. Her birey, kendi kimliğine sahip çıktığında, o toplumun gücü artar. Bu, aynı zamanda bir özgürlük meselesidir. Bir millet kendi kimliğini bulduğunda, ne özgürlüğü ne de geleceği tehdit altında olur. Bu devrim, milletin özgürlüğünü ilan ettiği bir yolculuk olacaktır.
13. YENİ BİR GELECEK: KİMLİK DEVRİMİ VE ULUSAL KALKINMA
Türk milleti, kimlik devrimini tamamladıktan sonra sadece geçmişini keşfetmekle kalmayacak, aynı zamanda geleceğine dair çok önemli bir adım atmış olacaktır. Kimliğini yeniden bulmuş bir millet, artık yalnızca geçmişin gölgelerinde yaşamaz. Aksine, bu millet, kendi gücüne dayanarak geleceğe güçlü bir şekilde adım atar. Gelecek, kendi kimliğini bulmuş bir toplum için çok daha parlak bir yolda ilerler. Bu, sadece kültürel bir devrim değil, ekonomik, sosyal ve toplumsal bir kalkınma sürecidir. Bu kalkınma, milletin kimliğini güçlendirmesiyle başlar ve devam eder.
Türk milleti, tarihsel kimliğine sahip çıktığında, bu kimlik yalnızca kültürel bir değer değil, aynı zamanda ekonomik ve siyasi kalkınmanın da temelini oluşturur. Ekonomik kalkınma, yalnızca dışarıya bağlı bir büyüme modeline dayanamaz. Kendi iç gücünü bulan bir toplum, dış bağımlılıktan kurtularak kendi kaynaklarını en verimli şekilde kullanabilir. Kimliğini bulan bir toplum, kendine güvenmeye başlar ve dış dünyayla ilişkilerini dengeleyerek kendi ekonomik çıkarlarını savunur. Böyle bir millet, kendi kültürel mirasından ilham alarak, girişimcilik, üretim ve inovasyon gibi alanlarda da büyük atılımlar yapabilir.
Kimlik devrimi, ekonomik kalkınmayı yalnızca dışa dönük bir büyüme olarak görmekten çok, toplumun içindeki potansiyeli harekete geçiren bir süreç olarak değerlendirilmelidir. Türk halkı, kültürel mirasıyla birlikte, kendi iş gücünü de yenileyebilir. Eğitimdeki dönüşümle, genç nüfusun potansiyelinden tam anlamıyla faydalanmak, onları Türk kültürünü ve tarihini modern çağla buluşturan birer inovasyon gücüne dönüştürmek mümkün olacaktır. Yani, kimlik devrimi, sadece geçmişi yaşatmak değil, geleceği şekillendirecek bir güç elde etmektir. Türk milleti, kendi kimliğini bulduğunda, yaratıcı ve girişimci bir toplum olma yolunda hızla ilerleyecektir.
Bu dönüşüm, sadece ekonomik değil, toplumsal kalkınmayı da beraberinde getirecektir. Kimliğini keşfeden bir millet, sosyal adaleti sağlamakta daha kararlı ve güçlü olacaktır. Toplumda eşitlik ve adalet duygusunu pekiştirmek için, kimlik devrimi bir araç olarak kullanılabilir. Çünkü bir toplum, geçmişine sahip çıktığında, o toplumun bireyleri arasındaki bağlar güçlenir. Toplumsal dayanışma, iş gücü ve üretim kapasitesini artıran en önemli faktörlerden biridir. Bir millet, kimliğini bulduğunda, birbirine olan güvenini de artırmış olur. Bu güven, toplumsal yapının her katmanında hissedilir ve adaletin sağlanması daha kolay hale gelir. Doğru ve kimliğine yakın siyasileri yönetici olarak seçer .
Türk milleti için kimlik devriminin bir başka faydası da, kültür turizmi ve ulusal değerlerin tanıtımı ile ilgili olacak. Kimliğine sahip çıkan bir toplum, tarihini ve kültürünü daha çok tanıtarak, dünya çapında bir etki yaratabilir. Kültürel mirası yeniden keşfetmek, yalnızca yerel halkı etkilemekle kalmaz, dünya çapında bir ilgi uyandırır. Kültür turizmi, ulusal kalkınmaya doğrudan katkı sağlayacak bir sektördür. Yalnızca turistleri çekmekle kalmaz, aynı zamanda milletin kendi değerlerine olan bağlılığını güçlendirir. Bu, bir toplumun kimliğini yalnızca içsel bir mesele olarak görmemesi gerektiğini, aynı zamanda bu kimliği küresel alanda tanıtmak gerektiğini gösterir.
Tabii ki, kimlik devrimi yalnızca kültürle sınırlı kalmamalıdır. Türk milleti, bu kimlik devrimini, siyasette de kendini güçlü bir şekilde ifade edebilme hakkı olarak görmelidir. Kimliğini bulmuş bir millet, sadece kendi içindeki eşitsizlikleri değil, aynı zamanda uluslararası alandaki adaletsizlikleri de çözmek için bir güç olarak ortaya çıkabilir. Türk milleti, kimliğine dayalı bir politik anlayışla, dünya sahnesinde daha etkin bir yer edinebilir. Ancak bu, tamamen kendi içindeki gücünü keşfetmesiyle mümkündür. Kimliğini bulmuş bir toplum, sadece ekonomik alanda değil, aynı zamanda siyasi alanda da daha güçlü olur ve sadece kimliğinin temsilini sağlayanları kabul edip iktidara getirir. Dışarıya bağımlı olmaktan, kendi kararlarını alabilen bir millet haline gelmek, ulusal kalkınmanın önemli bir göstergesidir.
Son olarak, kimlik devrimi, toplumun ruhunu yeniden inşa etmek anlamına gelir. Bir milletin kültürüne, tarihine ve kimliğine sahip çıkması, sadece dış dünyayla ilgili değil, kendi içindeki birlikteliği, dayanışmayı ve güveni yeniden kurmak anlamına gelir. Bu, bir milletin hem geçmişini hem de geleceğini kucaklamasıdır. Kimlik devrimi, milleti sadece birleştirmekle kalmaz, aynı zamanda ona özgüven kazandırır. Kendi kimliğine sahip çıkan bir toplum, hem kendi kültürünü hem de toplumsal refahını güçlendirebilir.
14. KÜRESEL DÜNYADA TÜRK KİMLİĞİ: YERİMİZİ BULMAK
Türk milletinin kimlik devrimi, yalnızca içsel bir dönüşüm değil, aynı zamanda küresel arenada daha güçlü bir varlık gösterme fırsatıdır. Kimlik devrimi tamamlandığında, Türk milleti sadece kendi içindeki güç dinamiklerini değil, aynı zamanda dünya sahnesindeki etkisini de gözden geçirecektir. Ancak bu küresel yerleşim süreci, yalnızca dışarıya bağımlı bir şekilde değil, kendi kimliğiyle, tarihine ve kültürüne sahip çıkarak gerçekleştirilmelidir. Türk milleti, kimliğine sahip çıktığında, bu kimlik sadece bir kültürel değer olarak değil, aynı zamanda bir siyasi ve ekonomik güç olarak da dünya çapında kendini gösterir.
Türk kimliğinin küresel alanda yerini bulması, dışa açılmadan önce kendi içindeki güven ve istikrarla başlar. Herhangi bir toplum, dış dünyaya bağımlı olmadan önce önce içsel gücünü bulmalı ve bu gücün temelini kendi kimliğinden almalıdır. Kimlik devrimi, Türk halkının özünden gelen bu gücü keşfetmesi ve bunu dış dünyaya yansıtması anlamına gelir. Kimlik devrimi, Türk milletinin kendini doğru bir biçimde tanımasıyla başlar, ardından bu tanımını dünyaya kabul ettirir. Her toplum, dünya sahnesinde kendi kimliğini savunabileceği bir yer edinmelidir. Türk milleti, hem geçmişine sahip çıkarak hem de geleceğe yönelik sağlam adımlar atarak, kendisini küresel düzeyde doğru bir şekilde konumlandırabilir.
Küresel dünyada Türk kimliğinin gücü, kültürel miras ve tarih ile doğrudan bağlantılıdır. Tarihsel olarak bakıldığında, Türkler, Selçuklu, Safevi, Osmanlı İmparatorluğu döneminde olduğu gibi 17 büyük Türk devletinde geniş bir coğrafyada hüküm sürmüş ve kültürel anlamda derin izler bırakmış bir milletir. Bu tarih, yalnızca geçmişin hatırlanması değil, aynı zamanda modern dünyada bir kimlik oluşturma sürecidir. Türk milleti, kendi geçmişinden beslenen bir kimlik inşa ettiğinde, bu kimlik yalnızca geçmişin nostaljisi değil, geleceğe yönelik bir vizyon haline gelir. Türk kimliği, Osmanlı’dan miras kalan çok kültürlülük, hoşgörü ve özgürlük değerleriyle birleşerek, küresel toplumda önemli bir rol oynayabilir. Bu, modern dünya ile geçmişin entegrasyonu, Türk milletinin küresel arenada kendine yer edinmesinin anahtarıdır.
Bu devrim, aynı zamanda Türk kültürünün dünya çapında tanıtılması için bir fırsat yaratır. Türk milleti, kendi gelenek ve göreneklerini, sanatını, müziğini, edebiyatını ve gastronomisini dünya ile paylaşarak, küresel bir kültürel etki yaratabilir. Kültürel diplomasi, bir ülkenin kimliğini tanıtmak ve etki alanını genişletmek için etkili bir araçtır. Türk mill, kimliğine sahip çıkarak, sadece kendi kültürünü değil, dünya kültürüne de katkı sağlar. Bu süreç, Türk milletinin geçmişten gelen değerleri modern dünyayla buluşturması ve bunu küresel ölçekte kabul ettirmesi için mükemmel bir fırsattır. Türk mutfağı, Türk sineması, Türk edebiyatı gibi unsurlar, dünya çapında tanınmak ve sevilen değerler haline gelebilir.
Küresel arenada Türk kimliğinin yerini alabilmesi için bir diğer önemli konu da ekonomik bağımsızlık ve sürdürülebilir kalkınmadır. Kimlik devrimi, yalnızca kültürel değil, ekonomik kalkınma açısından da bir fırsat sunar. Türk milleti, kimliğini bulduktan sonra, kendi ekonomik çıkarlarını savunarak küresel ticarette daha güçlü bir oyuncu haline gelebilir. Ekonomik kalkınma, sadece dışa bağımlı bir büyüme modeli ile değil, kendi yerli üretim kapasitesini artırarak, teknoloji ve inovasyonla şekillendirilen bir stratejiyle mümkün olabilir. Türk milleti, kendi kimliğinden beslenerek yaratıcı ve yenilikçi bir ekonomi inşa edebilir. Bu ekonomik model, dışarıya bağımlı olmaktan çok, kendi iç gücüne dayalı bir kalkınma modeline dayanmalıdır. Küresel dünyada bir oyuncu olmak için, ekonomik olarak bağımsızlık ve kendi teknolojisini üretme kapasitesi kritik bir rol oynar.
Türk milletinin küresel dünyada daha güçlü bir yer edinmesi, dış politika alanında da kendini gösterecektir. Türk kimliği, sadece kültürel bir kimlik değil, aynı zamanda güçlü bir siyasi duruş anlamına gelir. Türk milleti, kimliğine sahip çıktıkça, uluslararası ilişkilerde daha etkin bir rol oynayacak ve dünya siyasetinde sesini duyuracaktır. Türk dış politikası, sadece ekonomik ilişkiler üzerinden değil, kültürel, sosyal ve tarihsel bağlarla da şekillenecek bir strateji ile güçlenecektir. Küresel dünyada Türk kimliği, barışçıl ve hoşgörülü bir duruşla, ancak gerektiğinde kararlı bir şekilde savunulacak bir kimlik olacaktır.
Sonuç olarak, kimlik devrimi, Türk milletinin küresel dünyada yerini almasının önünü açan temel bir süreçtir. Küresel dünyada Türk kimliği, sadece bir kültürel aidiyet değil, aynı zamanda ekonomik ve siyasi gücün bir yansımasıdır. Türk milleti, kimliğini yeniden bulduğunda, bu kimliği sadece kendi toplumunda değil, dünya çapında da savunabilir. Kültürel miras, ekonomik bağımsızlık ve dış politika stratejileri, Türk milletinin küresel dünyadaki gücünü artıran önemli araçlardır. Kimlik devrimi, Türk milletinin geçmişine dayalı bir geleceği inşa etmesini sağlayacak ve dünya sahnesinde güçlü bir yer edinmesini mümkün kılacaktır.
15. KİMLİK DEVİRMİ VE SONUÇ: TÜRK HALKINI YENİDEN BİRLEŞTİRMEK
Kimlik devrimi, bir toplumun yeniden doğuşu, kendi özüne dönüşü ve kendini yeniden inşa etme sürecidir. Ancak bu devrim, sadece kültürel bir uyanışla sınırlı kalmaz. Aynı zamanda, milletin kendi değerlerine, geçmişine ve geleceğine dair bir vizyon geliştirmesini sağlar. Türk milletinin kimlik devrimi, hem içsel bir dönüşüm hem de toplumsal bir birlikteliğin yeniden kurulması anlamına gelir. Bu devrim süreci, sonunda Türk halkını yeniden birleştirecek ve onları daha güçlü, daha dirençli bir toplum haline getirecektir.
Kim
BES
